12 Mayıs 2012 Cumartesi

TEKNOLOJİNİN KEKEMESİ

Bu seferki yazımın konusu Vestel, nam-ı diğer "Teknolojinin Türkçesi". "Teknolojinin Türkçesi" sloganıyla gerim gerim gerinen Vestel'in, yazık ki satış sonrası destek ve beraberinde müşteri memuniyeti konusunda bir hayli gerilerde olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür. Kendimi bildim bileli bizim evde hep Bosch  ürünleri kullanılır. Hasbelkader bundan 10 yıl önce evimize Vestel'i, bozulan buzdolabımızın yerine yeni aldığımız buzdolabı sebebiyle soktuk. O gün bugündür, kara lanet gibi yapıştı yakamıza kurtulamıyoruz. Bu da yetmezmiş gibi peşinden bir de televizyonunu aldık. Takdir edersiniz ki, bu üstüne tüy dikmekten farksızdı.

Sorunlu çıkan ürünler için evimize gelen servisin sayısını ben bile unuttum. Ama bu Vestel'in teknik açıdan tam donanımlı servisleriyle aramızda geçen konuşmalardan bir iki örnek vermek isterim:

Annem: Derin dondurucunun kapağı kapandığı zaman vakum yapması gerekiyor, ama bu buzdolabı yapmıyor kapakta sanırım sorun var.
Yetkili Servis:Evet vakum yapmıyor, ama kullanmanıza engel değil. Vakum yapması sizin için önemli bir özellik mi? Böyle de kullanabilirsiniz.
Annem:Soğutucu bölümüne arkalara doğru koyduğumuz gıdalar donuyor.
Yetkili Servis:Arkalara herhangi bir şey koymazsanız donmaz.
Annem:Aşırı sesli çalışıyor bu buzdolabı, bir anormallik var sanırım.
Yetkili Servis:Geceleri mutfağın kapısını kapatırsanız size ses gelmez.

Akla zarar cevaplar veren "Yetkili Servis" ile mücadelemizin sonunda baktık ki annemin ruh sağlığı elden gidiyor, çareyi yeni bir buzdolabı almakta bulduk. Aldık, ama bu sefer Siemens.

Annemin bu mücadelesi bize ders olmamış olacak ki, kendisine bir sürpriz yapıp Vestel televizyon aldık. Annem koca kutuyu gördüğünde cinnet geçirecekti. Ama artık yapacak bir şey yoktu. "Vestel'in bütün sorunlu ürünleri bizi bulacak değildi ya" diye düşünürken, görüntüde renklerin birbirine karışması gibi problem başladı. Yetkili servis ile mücadele günleri geri gelmişti. Bakalım bu sefer nasıl konuşmalar geçmiş:
Annem:Görüntüde renkler birbirine karışıyor, sorunlu olabilir.
Yetkili Servis:Salonunuzun camlarında ferforjeler var dolayısıyla manyetik alan oluşuyor. Bir de kolonun önüne koymuşsunuz, onda da demir var. Yapılacak bir şey yok.
Beni, diğer Vestel televizyon kullanıcılarının şekerden evde oturduklarını düşünme noktasına getiren bu cevaplar, Vestel'in bizzat yetki verdiği servisinden geliyordu. Vestel'in fabrikasına kadar uzanan bir mail ve telefon trafiği sonucunda bir kez daha sattıkları ürünün arkasında olmadıklarını anlamış olduk.

Ama bu yaşananlardan akıllanamayan ben, ne yaptım? Çeyizim için gidip tün beyaz eşyalarımı Vestel yetkili bayisinden aldım. Fakat düğünüme daha bir seneden fazla olduğu için parasını ödedim, eşyalarımın orada kalmasını istedim. Düğün zamanı aradaki farkı ödemek kaydıyla bir üst modellerini almak konusunda anlaştık.

Günlerden bir gün benim eşyalarımı emaneten bıraktığım Vestel Bayisinin yerinde yeller estiğini gördüm. 3 senelik nişanlımın terk etmesi bu kadar dokunmamıştı ne yalan söyleyeyim. Adamları bulmak için hemen Vestel'le bağlantıya geçtik. Aldığımız cevap soğuk duş etkisi yaratmıştı. Vestel kendi tabelasının olduğu, kredi kartı ekstreme "Vestel" ödeme olarak yansıyan bayinin kendi bayisi olmadığını belirterek tereyağından kıl çeker gibi konudan yırtmıştı. Açıkçası Vestel'e yakışan çiğlikte bir yaklaşımdı.

Sonuç, Vestel ile hukuki süreç devam ediyor. Her ne kadar kendisinin "Teknolojinin Türkçesi" olduğunu iddia etse de , benim gözümde "Teknolojinin Kekemesi" dir Vestel. Aman diyorum, Vestel ürünlerinden uzak durmakta fayda var.

Sevgiyle kalın...









26 Nisan 2012 Perşembe

GİRİŞİMCİLİĞİN SACAYAĞI

Bugünlerde kime sorsam işinden şikayetçi; kimi mesai saatlerinden, kimi yöneticisinden, kimi iş arkadaşlarından, kimi de 3 kuruşa tamah etmekten. Hepsinin dilinde de "Ahh bir kendi işimi kurabilsem." cümlesi. “Aklında bir proje var mı?” diye soruyorum, dişe dokunur, tatmin edici tek bir cevap yok. Abinin elinde un, yağ, şeker yok ama geçmiş ocağın başına boş tencerede kaşık çeviriyor.

Internet’te denk geldiğimiz başarı hikayelerini her okuyuşumuzda ağzımızın suyu akar. Acaba bu adamları bizden farklı kılan ne? Başarı öykülerine konu olan girişimleri vahiy yoluyla mı gelmiş, yoksa doğuştan şanslılar diyebilir miyiz ya da ceplerinde namütenahi finansman kaynakları mı var?
Öncelikle bu adamlarda bir bilgi birikimi var. Öyle ya, bir konu hakkında bir bilginiz yoksa fikrinizin olması da mümkün değil. Bu illa ki eğitimini aldığınız bir alan olmayabilir, kendinizi geliştirdiğiniz alan da olabilir. Bu konuda, Twitter'da takipçisi olduğum ve kendini “İnternet’in Son Ütücüsü” olarak tanımlayan SEOcu (Simitçi gibi oldu ama neyse idare edin artık.) Mert Erkal güzel bir örnektir. Gemi inşa mühendisi olup, denizcilik sektöründe 10 yıl çalıştıktan sonra internete ve bilgisayarlara olan merakı onu SEO ve Sosyal Medya alanında kendi işini kurmaya yönlendirmiş. Mert Erkal binlerce örnekten sadece biri.
Gelelim ikinci olmazsa olmaza, manevi güce yani cesarete. Kendi işini kurma hevesiyle yanıp tutuşan herkesin, “Yaa şimdi burada kurulu bir düzenin, her ay tıkır tıkır ödenen maaşın, yükümlülüklerin var. Şimdi bunları riske atmaya değer mi, otur oturduğun yerde.” takılmış plak gibi çalan bir iç sesi vardır. Bu iç sese rağmen adım atmak ciddi cesaret işidir. O adımı atmaya korktuğunuz sürece başkalarının başarı hikayelerine yalanır durursunuz.
Doğru insanlarla yola çıkmak, işte bu da üçüncü ayaktır. Eğer doğru çevreyle, doğru insanlarla çalışmaya başlamadıysanız bırakın paranızı kaybetmeyi, bu bilgi birikimiyle çırak çıkmanız da an meselesidir. Ancak doğru adamlarla işe başlarsanız bu uzun yolda hem besler hem de beslenirsiniz.
Sonuç olarak, bilgi birikimi, cesaret ve doğru çevre girişimcilikte sacayağı gibidir, birinin olmaması dengeyi bozar. Öte yandan bunların hepsine sahip olduğunuza inanıyorsanız, yolunuz açık olsun…

18 Nisan 2012 Çarşamba

KAÇAK GELİN SENDROMU

Çevremdeki herkes tarafından "3 nişan atan kız" olarak mimlenmiş olmam sebebiyle "Kaçak Gelin Sendromu" başlığıyla ilk blog yazıma giriş yapamam tam da benden beklenecek bir durum.

Evet 3 nişan attım ama neden? Bir çırpıda aklınıza gelen sebepleri sayalım: Aslında sevmedin, sen huysuzun tekisin, hep odunları buldun, ana kuzususun, kaçak gelin sendromuna yakalandın... Yok, yok bunların hiçbiri değil aslında...

Asıl sorun, benim evliliğe bakış açımda başlıyor. Sizden iyi olmasın bahsi geçen 3 nişanlımın da bir ortak noktaları vardı: Evlilik onlara göre varılacak son durak, hatta bir hedefti. Bu noktada ayrılıyorduk.

Ben ilişki, beraberlik adına her ne derseniz onu, bir tren yolculuğuna benzetirim. Bir "merhaba" ile başlar bu yolculuk, ki bana göre bu trene biniş anıdır. Boş bir yer bulmaya çalışma aşaması, "Yok bu teyzenin yanına oturmayayım belli ki beni yolculuk boyunca esir alacak.", "Bu çocuklu aileden mümkün olduğunca uzağa oturayım da çocuk zırıltısına katlanmak zorunda kalmayayım." düşünceleri zihnimizde dört dönerken, ki bu da benim için "Acaba bu adamdan eş olabilir mi, bir ömür aynı yolda yürüyebilir miyiz?" sorularına cevap aradığım evredir.

Öyle böyle derken sonunda yolculuk için bir yer seçilir, ki bu "İşte bu adam." dediğim andır. Sonrasında ise, klasik yerleşme safhası geliyor:  "Şu valizimi üst bölmeye koyayım, montumu çıkarayım, şu cam kenarına yerleşeyim, perdeyi biraz çekeyim de güneş gelmesin, çantamdan gazetemi çıkartayım." evresi, ki benim için nikah masasına kadar olan süreçtir.

İşte yolculuğun başlama anı ve atılan imzalar...

Şimdi bakalım ne oldu? Ben tam yolculuğun keyfini sürmeye başlıcam, o da ne, adam geldik diye toparlanıp trenden inmeye kalkıyor. "Hooop cicim nereye böyle?" diyemediğim için "Ben bu nişanı bozayım." diyorum.

Uzun lafın kısası, sanılanın aksine "Kaçak Gelin Sendromu"na yakalanmışlığım yok sadece evliliğin bir hedef olmaktan ziyade uzun bir yolculuğun başlangıcı olduğuna inanıyorum.

Şimdilik benden bu kadar...